Banu SEYHAN
Merakla başlıyoruz çoğu şeye. Bir tabloya, bir şiire, bir insana…
Bir galeride gezerken çoğu zaman göz, bir eser üzerinde fazladan birkaç saniye oyalanır. O saniyeler çoğu zaman bir şeyin başladığı andır; adını koyamadığımız bir çağrı, zihinsel bir duraksama. Belki renkten, belki tanıdık gelen bir figürden, belki sadece mekânın içindeki sessizliğinden ötürü. Ama çoğu zaman orada kalmayız. Merak ederiz, sonra geçeriz. Görsel çağda yaşamanın laneti bu: merak hızla başlar, hızla kayar.
Oysa merak, sadece eşiği açar. Gerisi bize kalır.
Susan Sontag, “Sanat eserine bakmak, bakmamakla eşitlenemez” der. Bakmak, uzun sürerse bir ilişkiye dönüşür. İlk anda güzel gelen, gözümüze “iyi kompozisyon” olarak çarpan şeyin ötesine geçmeye başladığımızda, kendi duygularımızla, belleğimizle karşılaşırız. Sanatın karşısında yalnız kalabilenler, zamanla eserle birlikte yaşlanmayı kabul edenlerdir. Bu bir aşk gibi değil; daha çok, derin bir dostluk gibi. Sessiz, güvenilir ve dönüştürücü.
Bir koleksiyonerimle konuşurken bana şöyle bir şey söylemişti: “Birkaç esere hep geri döndüm. Çok ilgi çekici olmadığını düşündüğüm ilk andan sonra bile merak duygumu biraz körükleyerek ona olan ilginin devam ettiğini anladım, beni çeken şeyin ne olduğunu bilmeden o an, çeken şeyi izlemeye devam ettim.”
Sanatın en güçlü etkisi belki de budur; fiziksel mekanda sabit dururken, bize her seferinde farklı bir yanımızı gösterir. Merakla başlayan o ilk bakış, zamanla bir tanımaya, bir tanıklığa dönüşür. Ve sonra ister istemez sahiplenme arzusu gelir. Sadece estetik bir hazdan ötürü değil; artık onunla bir şey paylaştığımız için.
Bu süreçte sanat danışmanlığı da sadece “ne almalı” sorusuna cevap vermez. Aslında çoğu zaman şu soruyu açıkta bırakır: “Sen, neyin karşısında kendini zaman ve alan tanımaktan sıkılmazdın?”
Bu yüzden bazı eserler hemen alınmaz. Bazıları yıllar sonra döner gelir. Bazıları ise hiçbir zaman unutulmaz, çünkü içimizde bir parçasını bırakmıştır.
“İyi bir eser değişmez, ama seni değiştirir” derdi bir küratör arkadaşım.
Merak bunu başlatır. Ama derinleşmek, yalnız kalmayı, zaman tanımayı, bakmayı sürdürmeyi gerektirir. Belki de bugünlerde en çok eksikliğini hissettiğimiz şey budur: bir şeyle uzun süre kalmak, onunla sıkılmadan, pes etmeden kalabilmek.
Sanat merakla başlar ama sadakatle açılır.
İlk bakış bir kıvılcımdır yalnızca; o kıvılcımın nereye varacağını, neye dönüşeceğini kimse önceden bilemez. O yüzden iyi sanat, izleyiciye sabırla bakar. Acele etmez, ikna etmeye çalışmaz. Yanında kalıp kalmayacağınızı test eder gibi…
O eşiği geçenler bilir: bir tabloya beş dakika boyunca hiçbir şey yapmadan bakmak kolay değildir. Ama o beş dakika, bir ay boyunca zihninizde dolaşabilir. Bir renk tonunun nerede karşınıza çıktığını hatırlarsınız, bir figürün duruşu bir düşünceye eşlik eder, bir çizginin eğriliği hayatın başka bir köşesine dokunur.
Çünkü sanat yalnızca görülen değil, içselleştirilen bir şeydir.
Gözden kalbe, oradan belleğe ve bazen yaşamın kararlarına kadar sızabilir. İşte bu sızma hâli, sadece merakla değil, onun ardından gelen sadakatle mümkündür. Her seferinde yeniden bakmayı, yeniden anlamayı, bazen de anlamamayı kabul etmekle…
O yüzden merak bir başlangıçtır evet. Ama sadece iyi bir başlangıç değil; doğru bir yolun da habercisidir.
Bir eserin yanında kalma kararını verdiğinizde, aslında onunla birlikte bir düşünme biçimini, bir ritmi, belki de bir yaşam duruşunu seçmiş olursunuz. Bu sadakat, koleksiyonerliği de besleyen şeydir, yazarlığı da, izleyiciliği de…
Sanat her seferinde aynı kalmaz. Siz de kalmazsınız. Ama sadakatle bakarsanız, aranızdaki ilişki derinleşir. Ve bazen, bir ilişkiyi yalnızca bu derinlik yaşatır.