Yeni güvenlik tehdidi olarak biyogüvenlik
DR. ZERRİN AYŞE ÖZTÜRK / Ege Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Son yıllarda biyogüvenlik kavramına dair çeşitli anlayışlar gelişmiş olsa da genel anlamda biyogüvenlik, nüfusları, ekonomileri ve çevreyi kasıtlı biyolojik tehditlerden korumaya yönelik olarak alınan tüm önlemleri kapsamaktadır. Bilim ve teknolojideki son gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, küreselleşen dünyada ortaya çıkan pek çok yeni güvenlik tehditlerinden biri olarak biyogüvenliğin önemi göz ardı edilemez. Özellikle Covid-19 pandemisi ve Maymun Çiçeği Virüsü (MPOX) salgını gibi yaşanan son küresel sağlık felaketlerden sonra biyolojik tehditlerin önlenmesi, tespit edilmesi ve bu tehditlerle mücadeleye yönelik kapsamlı stratejilerin kritik öneme sahip olduğu anlaşılmıştır.
Biyogüvenlik, yalnızca kasıtlı biyolojik saldırıları değil, aynı zamanda biyolojik kazaları, hastalıkların doğal yayılımını ve biyoteknolojinin yanlış ya da kötüye kullanımını içeren geniş kapsamlı güvenlik tehditlerini de kapsamaktadır. Biyolojik tehditler, toplum sağlığı ve ekonomik istikrar üzerinde ciddi etkiler yaratabileceği gibi, yanlış bilginin yayılması ve kamuoyunda güven kaybına neden olarak toplumsal düzeni de zayıflatma potansiyeline sahiptir. Tüm bu gerekçeler doğrultusunda biyogüvenlik, başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere tüm dünyada stratejik bir öncelik olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Biyoterörizm ve biyolojik silahlar
Öte yandan, biyoteknolojik gelişmelerin hem korunma hem de savunma amaçlı kullanımı giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Etkili biyogüvenlik stratejileri yalnızca halk sağlığının korunması açısından değil, aynı zamanda biyoterörizmin ve biyolojik silahların yayılmasının önlenmesi yoluyla ulusal ve uluslararası güvenliğin sağlanması bakımından da büyük önem taşımaktadır. Dünya liderleri, teknolojik gelişmeler ile küresel ticaret, turizm ve uluslararası terörizmdeki artışlara rağmen, küresel ölçekte yıkıcı biyolojik olaylara yönelik planlamalar yapmak konusunda yeterli bir ilerleme göstermemişlerdir. Önceliklendirme eksikliği, yetersiz kaynaklar ve ilgili akademik uzmanlık alanlarının sınırlılığı neticesinde çok az sayıda ülke kendi ulusal biyogüvenlik stratejilerini geliştirmiştir.
Biyogüvenliğin kapsamlı bir sağlık güvenliği stratejisinin önemli unsurları olarak kabul edildiğini gösteren Küresel Sağlık Güvenliği (GHS) Endeksi, ilk defa 2019 yılında yayınlanmıştır. Dünyadaki 195 ülkeyi potansiyel olarak tehlikeli organizmaların kaybolmasını ya da yanlış ellere geçmesini önlemeyi amaçlayan bir kuruma sahip olup olmadıkları açısından değerlendiren 2019 raporu, biyogüvenlik ajansına sahip olan ülkeleri şu şekilde sıralamaktadır: Avustralya, Bulgaristan, Kanada, Şili, Çin, Küba, Çekya, Danimarka, Estonya, Fransa, Gürcistan, Macaristan, Endonezya, İrlanda, İsrail, Japonya, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Singapur, Slovakya, Güney Kore, İsveç, Tayland, Ukrayna, Birleşik Krallık ve ABD. Türkiye, maalesef bu ülkeler arasında yer almamaktadır.
Endeksin cevap aradığı bir diğer soru ise ülkelerin özellikle tehlikeli patojenler, toksinler veya pandemi potansiyeli taşıyan biyolojik materyallerle çalışan ya da bu materyalleri barındıran tesislerde görevli personel için, ortak bir müfredat çerçevesinde standart ve zorunlu bir biyogüvenlik eğitimi olup olmadığı sorusudur. Standartlaştırılmış biyogüvenlik eğitimi şartı getiren ülkeler arasında Türkiye’nin yanı sıra Ermenistan, Belçika, Kanada, Şili, Danimarka, Ekvador, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Almanya, Yunanistan, Kazakistan, Kenya, Hollanda, Norveç, Singapur, İsveç, Slovenya, Tayland, Uganda ve ABD de yer almaktadır.
Hem umut hem farklı tehlikeler barındırıyor
Öte yandan, biyoteknoloji alanında yeni teknolojilerin geliştirilmesi hem umut hem de farklı tehlikeler barındırabilir. Örneğin, kanser hücrelerini etkili şekilde hedefleyen proteinler tasarlamaya yönelik araştırmalar çok yararlı tedavilere olanak sağlayabilirken, aynı teknolojinin sağlıklı hücreleri kötü niyetle hedef almak için kullanılmamasına da dikkat edilmelidir. Patojenler üzerine yapılan araştırmalar bağlamında ise bu organizmaların hastalığa nasıl yol açtığını anlamak büyük faydalar sağlayabilir; ancak aynı araştırmalar, başkalarına bu patojenleri daha tehlikeli hale getirme konusunda bilgi de verebilir. Bu nedenle çift kullanımlı potansiyelin göz önünde bulundurulması, araştırma sürecinin önemli bir parçası olmalıdır. Bu noktada, endeks şu soruyu sormaktadır: “Özellikle tehlikeli patojenler, toksinler, pandemi potansiyeli taşıyan patojenler ve/ veya diğer çift kullanımlı araştırmalar üzerinde denetimi zorunlu kılan bir yasa veya düzenleme var mı?” Yapılan araştırmaya göre, çift kullanımlı risklerin önemine rağmen çok az ülkenin bu konuda yasal düzenlemesi bulunmaktadır. Bu ülkeler şunlardır: Avustralya, Brezilya, Kanada, Tayland, Hollanda, Slovenya, İsveç, Birleşik Krallık ve ABD.
Küresel Sağlık Güvenliği (GHS) Endeksi 2021 raporuna göre, insanlığa küresel ölçekte zarar verebilecek ve uzun vadeli potansiyelini tehdit edebilecek eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki biyolojik riskler olarak tanımlanan Küresel Yıkıcı Biyolojik Riskler’e (GCBR) karşı acilen tedbirler alınmalıdır. 2021 raporu, ülkelerin yarısından fazlasının biyolojik tehditlerle mücadele etme kapasitelerini zayıflatabilecek ciddi siyasi ve güvenlik riskleriyle karşı karşıya olduklarının altını çizmektedir.
2021 Endeksine göre Türkiye, endekste taranan 195 ülke arasında 46’ncu sırada yer almaktadır. Endekste toplam 195 ülke, altı temel kriter altında değerlendirilmektedir; önleme, tespit ve raporlama, hızlı yanıt, sağlık sistemi, ulusal kapasitenin, finansmanın ve küresel normların geliştirilmesine yönelik taahhütler ve son olarak da risk faktörü. 2021 raporuna göre Türkiye; önleme, tespit ve raporlama ile sağlık sistemi kriterlerinde iyileşme gösterirken, hızlı yanıt kriterinde düşüş kaydetmiştir.
Biyogözetim kapasitesi geliştirilmeli
Raporda, tüm hükümetlerin, ulusal sağlık güvenliği stratejilerine ölçülebilir biyogüvenlik ve biyoemniyet kriterlerini dahil etmeleri tavsiye edilmiştir. Ayrıca teknolojik gelişmelerle bağlantılı biyolojik risklerin erken tespiti ve azaltılmasını teşvik etmek amacıyla özel bir uluslararası norm belirleyici kuruluş oluşturulması, tüm kamu ve özel kuruluşların sürdürülebilir kalkınma ve sağlık güvenliği bütçelerinin belirli bir yüzdesini biyogüvenlik alanına yatırmaları istenmiştir. Dünya liderlerinin de biyogüvenliği önceliklendirerek, biyolojik krizlere karşı güvenlik ve halk sağlığı kurumları arasında işlevsel iş birlikleri geliştirilmesi salık verilmiştir. Dünya çapında ise ülkeler ve uluslararası kuruluşlar, ulusal ve küresel bir biyogözetim kapasitesinin geliştirilmesini öncelikli hale getirmelidir.
Kazalar ya da kasıtlı kötüye kullanım riskleri, biyogüvenliği küresel bir mesele haline getirdikçe, daha fazla ulusötesi, kapsayıcı ve iş birliğine dayalı araştırma ve uygulamaları teşvik etmek kritik öneme sahip olmaktadır. Biyogüvenlik araştırmalarında özellikle Çin, Avustralya ve Hindistan gibi ülkeler önemli aktörler arasında yer alırken, bölgesel dengesizliklerin giderilmesi, ülkeler arası iş birliğinin artırılması ve ortaya çıkan teknolojiler için siyasa çerçevelerinin iyileştirilmesi gerekmektedir. Küresel biyogüvenliğin güçlendirilmesi için, mevcut ulusal ve uluslararası düzenlemelerdeki boşlukların kapatılması ve oluşturulan biyogüvenlik stratejilerinin gerçekten küresel bir perspektifi yansıtması sağlanmalıdır.
source