Süleyman DİLSİZ
Sardalya bir balık değil, ruhunda Akdeniz olan herkes için bizden biridir. Ege’nin imbatında, Lizbon’un festival sokaklarında, konserve kutularında ve yüzyıllardır sofralarda yaşayan bir efsane. Mevsimlerin ötesine sığar; antik çağdan bugüne, halkın dilinde, sanatında ve damağındadır. Peki, bu mütevazı balık nasıl olur da bir Akdeniz masalının başrolü olur? Gelin, sardalyanın peşinde kıyı kıyı Ege’yi keşfedelim!
Geçen hafta sardalyanın peşinde Gelibolu’dan Ayvalık’a, İzmir’e, Alaçatı ile ta Bodrum’a kadar lezzetli bir keşif yolculuğuna çıkarak Ege kıyılarını arşınladım. Diğer Akdeniz ülkelerinde mayıs sonu gibi başlasa da, ülkemizde ağustosla başlar sardalya şöleni… Karpuz kabuğunun denize düşmesi yazın habercisi iken, sardalya da mutfak kışlıklarını hazırlama vaktinin yaklaştığını da habercisidir. Her durak ayrı bir anı ve keşifti. Sardalyayı bu rotada sadece yemedim, izledim, onlarla konuştum.
İlk durağım Çanakkale’ye öğleden önce vardım. İlk işim balıkçı barınağı idi. Denizden taze tutulmuş sardalyanın serzenişi netti: “Ben mevsimlik çalışan bir sanatçıyım ama hala sosyal güvencem yok. Hamsi kadar medya desteği alamıyorum. Bir palamut kadar kıymetli görülmüyorum. Lüfer desen zaten holding kurmuş. Ama ben ızgarada tek başıma halkın balığı olarak biliniyorum. Toplu yaşayan, birlikte hareket eden bir balık olarak, bolluk ve dayanışmanın sembolüyüm, Akdeniz’de nerdeyse her ülkede idolüm. Burada tezgahlarda yeterince yer alamıyorum. Artık konservelerimi yapanlar bir bir kapanıyor, denizlerin en yağlısı olmama rağmen sadece tavada kızgın yağda canımı okuyorlar ve pişirmeyi bilmiyorlar. Binlerce yıllık kültürüm yeterince sanatla ifade edilmiyor.”
Özellikle Akdeniz’de 19’uncu yüzyılda konserve sanayisinin gelişmesi, sardalyayı ilk defa global bir gıda haline getirmiş. Fransa, Portekiz, İtalya ve İspanya konserveciliğin merkezleri olmuş. Bizde ise Ayvalık ve Çanakkale, sardalya konserveciliğiyle ünlenmişler. 1920’li yıllardan itibaren Gelibolu ve Ayvalık’ta Ege’de aileler küçük atölyelerinde sardalyayı yağlar ve saklarlar. Konservecilik Gelibolu’da bir asırlık köklü bir gelenek iken, neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt olan Alaeddin ve Yahşi marka konservelerin artık üretilmiyor olması üzdü beni. Sadece Selahattin Kemerli markası üretime devam ediyor.
Portekiz’in Batı kıyılarını keşfetmek amacıyla gittiğimde, tesadüfen sardalyanın balık ötesinde anlam ifade ettiğini gördüm. Lizbon’da “Festa de Santo António” adıyla haziranda sardalya festivaline katıldım. Tamamen tesadüf oldu! Sardalya: bir balıktan öte, estetik bir nesne olarak sanatın her türünde yer etmişti. Sokaklarda ızgarada sardalya kokusu çocukluğumun İzmir’ine götürüverdi beni. Halk danslarının estetiği ile sokaklar, evler sardalya resimleriyle süslenmişti. Sardalya, halkın sanatsal neşesi haline gelmişti. Sardalya figürleri, yastık, seramik tabak, el bezleri, broş, magnet kumaş, cam, çini ve takılar tasarlayıp günlük yaşamlarının bir parçası olduğu çok netti. İllüstrasyonlarda sardalya kalabalık hayatın, sıkışık yaşamın, kapitalizmin eleştirisi olarak da, “insanlar sanki sardalya kutusundayız” metaforu notlarımda kalanlardan.
Esas en ilgimi çeken ise sardalya kutularını upcycle ederek sanatsal objelere dönüştürmeleri idi. Tıpkı Alaçatı’da mozaik sanatçısı değerli dostum Aysun Yenice’nin konserve kutularında mozaikle balıklar yapması gibi.
Bugün sürdürülebilir deniz ürünleri listesinde yer alan ve az av baskısıyla çokça çoğalan bir tür olan sardalya; Portekiz’de ulusal kimliğin bir parçası, Fransa’da koleksiyonluk konserve tasarımı, İtalya’da kültürel tariflerin yıldızı, Türkiye’de ise nostaljik ama unutulmaya yüz tutmuş sadece bir halk lezzeti!
Kişi başı deniz ürünü tüketiminde Avrupa’nın ilk sıralarında olan ve sardalya tüketimde başı çeken Portekiz ve en az balık tüketen Türkiye’nin sardalya kültürlerini bir araya getirerek gastronomi diplomasisi, denizcilik mirası ve konservecilik sanatı üzerinden halkları yakınlaştırılabilir. Çanakkale–Setúbal kardeş şehir ilişkisi kurarak Çanakkale’nin balıkçılık mirasını halka gelir artırıcı değer yaratıp sardalyayı kültürel bir anlatı olarak öne çıkarmak neden olmasın? “Tenekeden Tabağa” Uluslararası Sardalya Festivali içinde halk ozanları ile halk müziğimiz ile Fado birleşimi sembolik müzik geliştirmek mümkün kanımca!
Sardalyanın tazesi makbul olsa da, onu asıl eşsiz kılan, çeşitli saklama ve pişirme şekilleri aslında. Ege yazının resmi yemeği olan gazete kağıdında sunulan sardalya, Ayvalık usulüyle yapılan tuzlama, temizlenmeden tuzlanır ve zeytinyağına yatırılır. Sabah kahvaltısında bile ikram edilir. Zeytinyağında konserve; az pişirilmiş, bol yağlı ve defne yaprağı eşliğinde gittikçe azalan bir kültür artık. Hala bazı butik üreticilerce yapılıyor. Fırında domatesli veya asma yaprağında sardalya gibi dokunuşlar da artık pek çok şefin menüsünde yer alıyor.
Yolum Gelibolu’ya düştüğü sürece Kordon Boyu’nda sardalya-ekmek yemenin ritüelim olacağını itiraf etmeliyim. Turşu suyuyla efsane ikili olmuşlar. Bu tadı Sığacık’ta bir kafede de tatmıştım. Hem sardalya, hem de kalamar ile… İzmir Alsancak Pasaport’ta muteber esnaf lokantasında yediğim domatese gömülmüş buğulama sardalyanın balık tadını almış, kılçığıyla yenmez hale getirmişti. Sardalyayı ekmeğe banılarak yenen, sulu, öylesine lezzete dönüştürmüştü. Davetli olduğum Alaçatı’da yeni nesil meyhanenin birisinde ise yaratıcık katayım derken sardalyayı kuş üzümü ve asma yaprağı ile pilav yapmaları da damağımın nötr hafızası idi. Bodrum sahil lokantalarında asma yaprağında sardalya yemek tatlı bir nostalji idi.
Aman dikkat bu arada! Genellikle balık yemi olarak unu yapılan çaça balığına Ayvalık ve Küçüksu’da “sardalya yavrusu papalina” diyerek sizi avlamaya çalışan restoranları size emanet ediyorum!
Ancak bazı tatlar ve mekanlar vardır, sadece mideye değil ruha da hitap eder. Bodrum Akyarlar’da tattığım mandalina dalına dizilmiş sardalya şiş işte öyleydi. Yüreğe dokunurken, sofraya Ege’den öyküler de getirdi. Bodrum’da, Kos’a karşı gün batımının en iyi romantik panoramasını veren, 40 yıllık bir balıkçı olan Kadir Reis’in yeri Marea Balık restoranı olmuş. Üç yıl önce vefat eden Kadir Reis’in mutfak ekibi hala aynı. Burada yediğim mandalina dalında kapari ile servis ettikleri sardalya ızgara inanılmazdı.
“Ben kılçığımın hatrına değil, yaprağının kokusuna piştim” der gibiydi sardalya!
Kapari tabakta noktalama işareti, roka sessiz güç, limon ise bu aşkın sıkılmış haliydi. Mandalina dalı bu sahnede başrolü kaptı, sardalya ise gönlünü verdi. Aşkın ateşiyle pişmiş balığa bir parça soğan, biraz da kapariyle bu gezi ve tadım notlarım sizin için bir tarif değil, bir çağrıdır: Ben sardalyayı artık sadece bir yaz lezzeti olarak değil, kaybolmaya yüz tutmuş bir dost olarak anıyorum. Çanakkale’de rıhtımda güneşin altında parlayan o gümüş sırtlar, Ayvalık’ta tuzlanıp zeytinyağına yatırılan kavanozlar… Hepsi birer veda mektubu gibi! Bu yazıyı okuduktan sonra sardalya yerken, siz de bir an durup bu dostun öyküsünü düşünmez misiniz?