PROF. DR. İLKAY KANIK – İstanbul Topkapı Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Modern insanın tabağının her mevsimde dolu olması, bir yanıyla medeniyetin, ilerlemenin ve teknolojinin insanlığın hizmetine sunulmasının göstergesi sayılabilir. Ancak aynı tabağın endişelerle de dolu olması, modern kaygının tüketilebilir bir forma büründüğünü gösteriyor.
Bugünün endişesi ne yediğimizden çok, ne yemediğimiz bilgisinde saklı. Glutensiz ekmekten ‘Etsiz Pazartesi’ye, organik pazardan, vejetaryen ve vegan beslenmeye kadar her tercih, yalnızca damak tadını değil, aynı zamanda sınıfsal konumu, kültürel kimliği ve değerler dünyasını da açığa çıkarıyor. Bir tür manifesto, karşı duruş ya da modern kaygıya karşı geliştirilmiş bir terapi gibi…
İşte gündelik hayatımızı saran bu duyguyu ben ‘gastro-endişe’ olarak tanımlıyorum: Yediklerimizden çok, onların ardındaki üretim ilişkileri, görünmeyen riskler ve eşitsizliklerle şekillenen bir kaygı.
Gastro-endişe, öyle bir duygu ki dünyanın dört bir yanında yeni toplumsal hareketleri besledi. İtalya’da ‘Slow Food’ hareketi fast-food kültürüne karşı çıkarken, Jamie Oliver’ın başlattığı ‘Food Revolution Day’ kampanyası, çocuklara beslenme eğitimi kazandırdı. Paul McCartney’nin öncüsü olduğu ‘Etsiz Pazartesi’, haftada bir gün et yememeyi küresel bir vicdan çağrısına dönüştürdü. ABD’de yükselen ‘Farm to Table’ hareketi ise çiftçi ile tüketici arasındaki mesafeyi kısaltarak yerelliğin ve emeğin değerini yeniden hatırlattı.
Ortak mesaj açıktı: Endüstriyel gıdanın gölgesinde, başka bir beslenme mümkündü. Ve bu alternatifin merkezinde, küçük üreticinin emeğiyle ortaya çıkan sağlıklı gıdanın değeri giderek daha fazla görünür hale gelmeye başladı.
Türkiye’de gıda güvenliği ve güvenilirliğine dair endişeler hızla artıyor. Bir dönem tartışmaların odağında sağlıksız üretim tesisleri varken, bugün artık her tüketici eline aldığı gıdayı önce “güvenli mi, güvenilir mi?” sorularıyla inceliyor. Gıdadan alınan tat ve haz, tercih sıralamasında geri plana düşmüş durumda.
Bu süreçte sınıfsal eşitsizliklerin bir yansıması da sağlıklı gıdaya erişimde ortaya çıkıyor. Ancak Türkiye’de tablo biraz daha farklı. Üreticilerin ürünlerini sattığı pazarlar gündelik hayatın önemli bir parçası olduğundan, yerel üreticiye destek yaygın biçimde sürüyor. Fakat yerel üreticinin gıda güvenliği ve güvenilirliği konusundaki çabaları, tüketicinin endişelerini bütünüyle gidermeye yetmiyor.
Tam da bu noktada, gastro-endişeyi azaltmaya yönelik yeni girişimler hızla ekonomide kendine yer açıyor. Sağlıklı gıdaya erişimi vaat eden bu alternatifler, endişeyi azaltıyor ama aynı zamanda ekonomik bir bedeli olan çeşitlilik sunuyor. Başka bir deyişle, endişenin giderilmesi bile artık piyasada fiyatlandırılan bir ayrıcalığa dönüşmüş durumda.
Yediğimiz yemeklerin ‘glutensiz’, ‘organik’ ya da ‘şekersiz’ etiketleri artık yalnızca sağlıkla ilgili değil, aynı zamanda bir statü göstergesi haline geldi. Bütün dünyada sağlıklı gıdaya ulaşmak giderek sınıfsal bir ayrıcalık haline gelirken, sağlıklı gıda pazarları milyarlarca dolarlık yeni sektörler yaratıyor. Sağlıksız gıdanın yeni tanımları, sağlıklı gıdanın yeni formlarını da beraberinde getiriyor ve bu formlar hızla yeni ekonominin içine yerleşiyor. Bedenin işleyişine dair bilgi, sağlıklı bir yaşam ve uzun ömür arayışını tüketim davranışlarının merkezine taşıyor. Bu da sağlığı önceleyenleri önemli bir tüketici kitlesi haline getiriyor. Gastro-endişe pazarı genişlerken, endişeyi azaltmayı vaat eden ürünlerin bedeli de her geçen gün daha da artıyor. Böylece gastro-endişe, bireysel bir kaygının ötesine geçerek ekonomik eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir alan haline geliyor.
Marx’tan Weber’e, Durkheim’dan Foucault’ya kadar birçok düşünürün kavramları bugün soframızda okunabilir. Marx’ın vurguladığı üretim ilişkileri ve emek sömürüsü, günümüz gıda zincirlerinde açıkça görülüyor. Durkheim’ın altını çizdiği kolektif bilinç, gıda hareketleri aracılığıyla yeniden inşa ediliyor. Weber’in rasyonelleşme teorisi çerçevesinde baktığımızda ise endüstriyel gıda sistemi, adeta ‘demir kafes’in somut bir yansımasına dönüşmüş durumda. Foucault’nun iktidar teknolojileri, tüketim davranışlarımızın nasıl yönlendirildiğini göstermesi açısından önemli. Lefebvre’nin ‘kent hakkı’ kavramı balkon bahçelerinde hayat bulurken, Castells’in ‘ağ toplumu’ yaklaşımı sosyal medyada örgütlenen beslenme hareketlerinde karşımıza çıkıyor. Bu teorilerin hepsi gıda sistemlerinde somutlaşıyor. Endüstriyel üretim insanları ‘demir kafese’ hapsederken, gastro-toplumsal hareketler bu kafesin dışına çıkma arayışını temsil ediyor.
Gastro-endişe duygusu bütün dünyada yayılırken, bu yayılmada en önemli etkenin medya olduğunu görüyoruz. Belgeseller, filmler, haberler, yemek programları ve sosyal medya bu sürecin başlıca aktörleri. 2004’te gösterime giren ‘Super Size Me’ belgeseli, endüstriyel gıdanın görünmeyen zararlarını tüm dünyada tartışmaya açtı. Bugün ise Instagram’daki vegan influencer’lar, YouTube’daki sağlıklı yaşam kanalları ve organik gıda savunucuları yeni kanaat önderleri haline gelmiş durumda. Artık yemek yalnızca karın doyurmak değil; aynı zamanda kimlik inşası ve bir protesto biçimi. “Ne yersen osundur” sözü, yerini “ne yemezsen osundur” anlayışına bırakmış görünüyor.
Tabağımızdaki endişe, önümüzdeki yıllarda daha da büyüyecek. Çünkü mesele artık yalnızca üreticilerle sınırlı değil, üretimin yapıldığı ekosistemin bozulması ve bunun sonuçları gastro-endişeyi derinleştiriyor. İklim krizi, şiddetlenen doğa olayları, su kıtlığı ve biyolojik çeşitlilik kaybı, bu kaygıyı artıran en büyük tehditler arasında. Yarın soframızda ne olacağını, sadece tarım politikaları değil, aynı zamanda çevre politikaları da belirleyecek. Bu nedenle sağlıklı ve adil gıdaya erişim, artık bir insan hakkı olarak tanımlanmalı. Bu hakkın somut adımları ise açıktır: Güvenli gıda üretimini hedefleyen küçük çiftçilerin desteklenmesi, yerel üretim hafızasının korunması ve halk sağlığını önceleyen gıda üretim sistemlerinin kurulması.
Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri de (özellikle Açlığa Son ve Sağlık ve Kaliteli Yaşam başlıkları) bu vizyonu küresel bir öncelik olarak ortaya koyuyor. Yani gastro-endişeyi azaltmak yalnızca bireysel kaygıları gidermek değil, aynı zamanda insanlığın ortak geleceğini güvence altına almak anlamına geliyor.
Gastro-endişe kavramının ortaya çıkmasının üzerinden 14 yıldan fazla zaman geçti. Yaklaşık 6 yıl önce, bu kavramı farklı boyutlarıyla ve hem dünya hem de Türkiye’den örneklerle ele aldığım kitabım Alfa Yayınları tarafından yayımlandı. Aradan geçen sürede gastro-endişenin tanımladığı kaygı azalmadı, tam tersine giderek arttı. Bu artış, gıda endüstrilerinde yeni ürünlerin ve pazarların doğmasına yol açtı. ABD’deki ‘Whole Foods’ gibi zincir marketler çoğaldı, endişeli tüketiciler için güvenli gıdaya adanmış özel reyonlar açıldı. Glutensiz, organik ya da şekersiz ürünler hızla çoğaldı ve popülerleşti. Bunun en önemli nedeni, gastro-endişenin artık yalnızca bireysel bir kaygı değil, toplumsal bir mücadele alanı haline gelmesidir. Bu mücadele hem soframızda hem pazarda hem de kamusal alanda veriliyor. Tabağımıza koyduklarımız yalnızca bir gıda değil, aynı zamanda bir toplumsal sözleşmenin yansımasıdır.
Bugün bize düşen, şu soruya yanıt aramak:
Endişeli tabağımızı, ortak mücadeleyle umutlu bir dünya sofrasına çevirebilir miyiz?