İPEK SU
İstanbul’un artık sadece eski fotoğraflarda, anılarda ve yarım kalmış şarkı sözlerinde yaşayan bir zamanı vardı: 1990’lar. Beyoğlu’nun kaldırımlarının henüz ses geçirmez duvarlarla boğulmadığı, hayallerin hâlâ sokaklara sığabildiği, sabahın ilk ışıklarında tost kokusuyla karışan umutların zamanı… Gazeteci ve müzik yazarı Mehmet Tez, ilk romanı “Leopar Selim’in Son Günü” ile bizi işte o döneme hem tanıdık hem de artık erişilemez olmuş bir İstanbul’un kalbine davet ediyor.
Doğan Kitap tarafından yayımlanan roman, ilk bakışta bir kayboluş hikâyesi gibi okunabilir: Leopar desenli gömleğiyle sahnelerde iz bırakmış bir rock yıldızının, Selim’in, esrarengiz şekilde ortadan kayboluşu ve geride kalan kırık dökük izler… Ancak Tez’in anlatmak istediği hikâye bundan çok daha fazlası. Bu bir dönemin anatomisi, bir neslin ruh hâli, bir şehirle kurulan duygusal bağın zamanla çözülüşü.
Romanın ana ekseni, Selim’in kayboluşunun ardından geriye kalan defterler, kasetler ve bitmemiş cümlelerle şekilleniyor. Ancak bu iz sürme, polisiye merakından çok bir belleğin izini sürmeye benziyor. Mehmet Tez, geçmişin tozlu raflarını karıştırırken aslında sadece Selim’i değil, 90’ların Beyoğlu’sunu, oradaki gençliği, sokakları, barları, müzikleri ve dostlukları da arıyor. Roman boyunca okur, İstanbul’un yavaş yavaş değişen, dönüşen ve sonunda tanınmaz hâle gelen yüzüne tanıklık ediyor. Bu yüz, yalnızca mekânsal bir değişimi değil; aynı zamanda duygusal bir çözülmeyi, kolektif hafızadaki boşlukları da işaret ediyor. Bu anlamda kitap, sadece bir rock yıldızının kaybı değil; şehirle, gençlikle, hayalle kurulan bağın da yavaş yavaş çözülmesinin hikâyesi.
Mehmet Tez, müzik dünyasını yakından tanıyan bir isim. Yıllarca birçok önde gelen gazete ve dergide müzik yazarlığı yaptı. Tez’in bu birikimi, romanın atmosferine de net biçimde yansıyor. Müzik yalnızca fonda çalan bir unsur değil, karakterlerin hayatına yön veren bir damar olarak yer alıyor. Barların loş ışığında yankılanan şarkılar, kaset kapaklarına sıkışmış duygular, sahnede yarım kalan performanslar… Hepsi, romanda hem içerik hem de anlatım olarak güçlü bir yer tutuyor.
Her ne kadar roman, adeta bir ağıt gibi dursa da bu sessiz bir yas değil. Aksine, romanın sayfalarında, 90’ların bütün o gürültüsü, enerjisi, dağınıklığı, hayal kırıklıkları ve inadı capcanlı. Dostluklar, bazen bir gece boyunca süren sohbetlerde, bazen de birlikte geçirilen sessiz anlarda kendini gösteriyor. Direnişler, siyasi olmaktan çok duygusal; sistemin dayattığı unutuş karşısında hatırlamaya yönelik bir çaba…
Bu anlamda “Leopar Selim’in Son Günü”, geçmişe takılıp kalmadan geçmişle yüzleşen bir roman. Ne nostaljiye kapılıyor ne de geçmişi romantize ediyor. Tam aksine, eksik kalan hikâyelerin, söylenmemiş sözlerin ve arkada bırakılanların içimizi nasıl kemirdiğini gösteriyor.
Bu roman, hatırlamak isteyenlere yazılmış. Kalabalıklar içinde yalnızlaşanlara, artık adı anılmayan bar köşelerinde bir zamanlar var olan dostlukları hatırlayanlara… Müziği sadece dinlemeyen, yaşayanlara. Ve elbette, İstanbul’un artık geri dönmesi mümkün olmayan bir yüzünü özleyen herkese.