Prof. Dr. Uğur BATI
Açıkça söyleyelim. Bugünün insan tipi, “inanmaya ve meyletmeye” hazır bir insan tipidir. Bu insanlar, birtakım inançları, gerçekçi ve tutarlı oluşları yüzünden değil, bu inançların sırf kendilerinin topluma daha iyi bir şekilde intibakını sağladığı için benimseyen insanlardır. Adeta gönüllü beyin yıkanmasına eğilimlidirler.
Şu beyin yıkama meselesine bakalım. Fillerin nasıl eğitildiğini hiç duydunuz mu? Fil daha yavruyken kalın bir zincirle direğe bağlanıyor. Önceleri kaçmaya çalışıyor ama gücü yetmediği için ne kadar uğraşırsa uğraşsın ne zinciri koparabiliyor ne de direği yerinden oynatabiliyor. Fil yavrusu ayağında zincirle büyüyor ve kaçamayacağını kabulleniyor. Bir anlamda zihnindeki özgürlük kavramını yitirmiş oluyor. İşte bu noktada ayağındaki zincir çözülüyor ve yerine konulan ince bir halatla, birkaç santimetre boyunda tahtadan bir çubuğa bağlanıyor.
Fil bu koşullarda kolaylıkla kaçabilecek olmasına rağmen olduğu yerde kalıyor çünkü hâlâ var olduğunu sandığı zincirini asla kıramayacağına inanıyor. Bu durum, psikolojide negatif bir yeti olan öğrenilmiş çaresizlik türü davranışı örnekliyor.
Filler ve zihin kontrol mekanizmaları… Şaşırmayın, hayvanların da zihinsel faaliyetleri vardır. Hayvanlar, nesnelerin aktif biçimde farkına varmalarından dolayı zihinsel aşamaya geçerler. İnsanlar için de mekanizma böyle işler. Elbette insanlarda zihinsel işlevler, son derece gelişmiş bir organ olan beynin etki alanı içinde, onun işlevlerinden biridir. Ancak gündelik yaşamda insanlar belki binlerce zihinsel engelle karşılaşır da çoğunun farkına bile varmazlar.
Zihin kontrolüne ilişkin çalışmaların modern bilimde yaklaşık 80 yıllık tarihi bulunur. Özellikle ABD’de CIA ile birlikte yürütülen çalışmalardan bahsedebiliriz. Bunlardan ilki ve en önemlisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan donanması tarafından yürütülen Chatter Projesi’dir.
Daha sonra başlayacak Artichoke Projesi adı altında yürütülecek olan Bluebird Projesi’nden de bahsetmeliyiz. Bu iki projede hipnoz yoluyla insan hafızasının yönetilip yönetilemeyeceğine, hafızanın silinip silinemeyeceğine bakılmıştır. Bunun yanında, ilk defa ABD’li gazeteci Edward Hunter’ın bir makalesinde Çincedeki “hsi nao” kelimesini “beyin yıkama” olarak çevirerek, bu kavramı da literatüre soktuğunu biliyoruz.
Söylentilere bakıldığında, dünya üzerindeki pek çok ülkenin esirler üzerinde yapılan çoklu “beyin yıkama” ve propaganda faaliyetlerinin mevcut olduğu iddia ediliyor. Çin Devrimi’nin önderi Mao Zedung’un bu konuyla ilgili bizzat kendi yazdığı yazıları bile mevcut. Çinli propaganda uzmanlarının ABD’li esirler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda, komünistlere karşı ön yargılarını unutarak, Kore Savaş’ını sorgulamaya çalıştıkları da bilinmekte.
Kore Savaşı sırasında Çinlilerin ideolojik üstünlük kurduğunu gören ABD’liler, beyin yıkama faaliyetlerini “icat edip”, onu laboratuvara sokmuşlardır. Amaç, tüketici nörobiliminin bugün sahip olduğu ticari vizyonun ideolojik yansımasıdır; insan beyninin sırlarını çözmek ve insan zihinlerini kontrol etmek. İnsanları ikna etmelerinin ve kazanmalarının nedeni budur. Richard Condon’un filme de alınan Manchurian Candidate (Mançuryalı Aday) romanı, tam olarak bu durumu anlatmakta ve Amerikan insanının İkinci Dünya Savaşı ile başlayan korkularının sonucu olmaktadır.
Bugün Batı bilimi de zihnimizin normal çalışma düzeni dışında sezgiye dayalı bir içeriği olduğunu kabul ediyor. Bu konuda çalışmalar gerçekleştiriliyor, bireyin akıl ile sezgiye dayalı yetenekleri arasındaki farklar inceleniyor. Sezginin, bilincin ve zekânın birleşimiyle, zihinsel kontrol sağlayan bireylerden bahsediyoruz. Zihin kontrol mekanizmaları dediğimizde de aslında bir tür filtrelemeden bahsediyoruz.
İnsanlar doğuştan gelen ve daha sonra çevresel faktörlerle de zenginleşen farklı bir filtreleme kullanıyorlar. Bu zihinsel mekanizma, derinlik ve şüphecilik üzerine kurulmuş bir yapı. Merak duygusunu içerdiğinden, ilerlemeye yönelik katkıda bulunuyor.
Güney Asya’da avcıların “maymun tuzağı” dedikleri bir yöntem vardır. İlkel kabilelerden beri kullanılan bir hayvan tuzağıdır bu. Tuzakla, bölgenin önemli yaşam kaynaklarından olan maymunlar yakalanır. Bir Hindistan cevizi oyulur. Kalın bir iple herhangi bir ağaca ya da yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılmıştır. Bu yarığa tatlı bir yiyecek konur. Yarığın büyüklüğü sadece maymunun elini açıkken sokabileceği kadardır.
Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması imkânsızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Gerçekte durum çok dramatiktir. Aslında yakalanan maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu tutsak eden, kendi bağımlılığının gücüdür. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihinlerdeki açgözlülük o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymunun görülmediği söylenir.
aha çok severler. Umut, yoksun olmamız halinde yüklenilmesi olanaksız hale gelebilecek sayısız hedefimizin peşinde koşmamızı sağlayan motordur. Bu yüzden umut, halka satılan değerli bir varlıktır. Yaşlanmak, ölüm, tek eşli ilişkilerde ortaya çıkabilen cinsel bıkkınlık ve çocukların doğuştan gelen farklı yeteneklerle doğması gibi kabul edilmesi zor ve birçoğu biyolojik temelli gerçek vardır. Şimdiye dek tasarımlanan en başarılı ürünlerin ve savunulmuş ideolojilerin çoğu bizi bu gerçeklerin var olmadığına ikna etmeye çalışır. Umut ise tüketimi tetikler. İnsanın zihni böyle çalışır.
Bilim insanları yıllardır insanlar seçim yaparken beyinlerinin, algılarının nasıl çalıştığına ilişkin çalışmalar yapıyor. Hâlihazırda gerçekleştirilen pek çok deneyin ilginç sonuçlar ortaya koyduğunu görüyoruz. En basitinden bir sokak çalışmasında A kişisi, caddedeki birine merak ettiği bir adres soruyor. Bu arada karışıklığa denk getirilerek adresi soran A kişisi yerini başka birine, B kişisine bırakıyor. Tarifi yapan kişi adres sorana döndüğünde kişinin değiştiğini, yani adres soran A kişisi yerine B kişisinin geçtiğini ekseriyetle fark etmiyor bile.
Bir başka alan çalışmasında deneklere iki adet fotoğraf gösteriliyor ve bunlardan birini seçmeleri isteniyor. Deney arasında başka fotoğraflar da karıştırılıyor. En sonunda deneklere, “Seçtiğiniz fotoğrafı gösteriyoruz. Bunu seçmenizin nedeni neydi?” diye soruluyor. Deneyde küçük bir hile var. Kendilerine gösterilen fotoğraflar deneklerin seçtikleri fotoğraflar değil, aksine seçmedikleri fotoğraflar. Deneklerin yüzde 75’inden fazlası seçtikleri fotoğrafları bilmiyor ve seçmedikleri fotoğrafı niye seçtiklerini anlatmaya çalışıyorlar. İnsanlar, en basit tabiriyle “seçim körlüğü” olarak adlandırılan durumu yaşıyorlar.
Bu kadar basit alan çalışmaları bile bize şu gerçeği tekrar ve tekrar hatırlatıyor: İnsan zihninin kendi yaşadığı büyük değişiklikler bile onları yaşayan insanlar tarafından algılanmıyor. İnsan kendindeki değişime karşı bile kör. Böyle olunca da yaşadığımız şey seçim körlüğü oluyor. Bu “körlük” içinde beyin, yaptığı seçimleri savunma telaşına giriyor. İşin içine mevcutta zaten olan önyargı ve kabulleri de soktuğumuz zaman, insan kendisi için kolaylıkla savunabileceği seçimler yapıveriyor. Nörobilim ilkelerine göre “Otomatik beyin, kısa yoldan cevaplar bulup seçimlerimizi kolaylaştırmak için devreye giriyor.” Bir nevi ortada var olan seçeneklerden en kolayına yönelik seçimi yapıyor ve yaşamına devam ediyor.
Yazıyı bitirelim. Kendinize çok iyi bakın ama uzaktan bakın. Çünkü ne kadar yakından bakarsanız o kadar az görürsünüz… Ve unutmayın ki Jung’un söylediği gibidir; “Psikolojimizde bize direnen her şey ya bir tanrıdır ya da şeytandır. Çünkü arzularımıza uymazlar ya da bizi dışarıya karşı görünür kılarlar.” (Carl Gustav Jung, Rüya Analizleri)