Tarihin Gölgesinde Yanlış Aynalar

Kültür Tarihimizi Kim Yazıyor, Kim Yontuyor ?

Kültür… Bir milletin sadece geçmişi değil, aynı zamanda geleceğe uzanan ruh köprüsüdür.

Türk kültür tarihi dediğimizde aklımıza

Orhun Yazıtları, Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevî ve Kutadgu Bilig gelir; ama ne hazindir ki,

bu kutsal mirasın incelemelerinde sık sık aynı yanlış aynalara bakarız.

Yanlış çerçevelerle çevrilmiş bir tablo gibi…

Işık hep eğik vurur, renkler birbirine karışır, anlam bulanır.

Bugün birçok akademik çalışma, Türk kültürünü ya Batı’nın sosyolojik merceğiyle ya da içi boş “modernlik” takıntılarıyla değerlendirme yanılgısına düşüyor. Oysa kültür; masa başında değil, milletin kalbinde yoğrulur. Köy meydanında söylenen bir mani, cephede yazılmış bir mektup, dedesinin bastonuna yaslanarak torununa nasihat eden bir ihtiyar… İşte o kültürdür.
Ama biz, bu damarların yerine hep yabancı referansların damarlarını dikmeye çalışıyoruz.

Bir başka hata, kültür tarihini siyasetin hizmetkârı hâline getirmek.
İktidarlar değiştikçe, tarih yorumları da değişiyor.

Bir dönem “Türk-İslam sentezi” parlatılıyor, diğer dönem “Anadolu mozaiği” öne çıkarılıyor.
Oysa kültür bir “sentez” değil, bir “şuurdur.”
Ne tamamen Orta Asya’dan kopup gelmiş bir göç efsanesidir, ne de yalnızca Anadolu’nun bereketli toprağında filizlenmiş bir medeniyet.
Kültürümüz; otağda yoğrulmuş, tekbirle çoğaltılmış, alın teriyle kutsanmış bir devamlılıktır.
Ve bu devamlılığı “politik kazanç” hesabına kurban etmek, bir milletin ruhuna indirilen en büyük darbedir.

Bugün “Türk kültür tarihi” denildiğinde, bazıları hâlâ dönüp Avrupa kaynaklarına göz gezdiriyor.
Kendimizi onların kaleminden tanımlamak gibi bir eziklik var üzerimizde.
Oysa bizim tarihimiz, “medeniyet ihracının” tarihidir.
Avrupa henüz ağaç kabuğu giyerken biz “adalet” kavramını taşlara kazımıştık.
Ama biz, bu gerçeği bile kendi sesimizle anlatmayı unuttuk.

Sanki başkaları bizim yerimize geçmişimizi anlatacak, biz de kenarda izleyip “evet, doğru” diyeceğiz!

Politika ise bu noktada en tehlikeli unsur hâline geliyor.
Zira her iktidar, kültür tarihini yeniden yazma hevesine kapılıyor.
Birinin hoşuna gitmeyen bir fikir “çağdışı” sayılıyor, diğerinin sevdası “devrim” olarak yüceltiliyor.
Oysa kültürün devrimi olmaz; kültür, bir nehrin yatağını sessizce genişletmesi gibidir — zamana direnmez, ama zamanın yönünü değiştirir.


Kültür Milliyetçiliğinin Çağdaş Yorumu: MHP’nin Vizyonu

Tam da bu noktada, Milliyetçi Hareket Partisi’nin kültür politikalarına bakmak, tarihle bugünün bağını anlamak için son derece öğreticidir.
MHP, yalnızca bir siyasal hareketten öte Türk kültürünü ideolojik değil, tarihsel bir bilinç olarak yaşatma gayreti taşıyan bir kültür mektebi olarak doğmuş ve politikalarını bu merkeze oturtmuştur.

Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin öncülüğünde kurulan Liderlik ve Siyaset Akademisi, Alparslan Türkeş Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (ATASAM), Türk Dünyası Araştırmaları üzerine kurulmuş (Ahmed Cevad Enstitüsü, İsmail Gaspıralı Dış Politika Enstitüsü vb. yapılar; yalnızca parti içi eğitim kurumları değildir.
Bu enstitülerin, Türk kültür tarihinin akademik anlamda yeniden yorumlanması, genç kuşaklara aktarılması ve “millî hafıza”nın çağın diliyle korunması için kurulduğunu görüyoruz.

ATASAM’ın Türk dünyasındaki ortak değerleri bilimsel zeminde ele alması, MHP’nin sadece Türkiye değil, Türk Dünyası eksenli kültür politikası izlediğinin en somut göstergesidir.
Bu yaklaşım, kültür milliyetçiliğini “nostaljik bir duygu” olmaktan çıkarıp, “stratejik bir vizyon” haline getirmiştir.

Bu vizyon sayesinde MHP, sadece kendi tabanında değil; Türkiye’nin düşünce hayatında da kültürün devlet politikası düzeyinde ele alınmasına öncülük etmektedir.
Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin sıkça vurguladığı “millî duruş” kavramı, aslında bir kültürel duruştur:
Kökünü Orhun’dan alan, gövdesi Anadolu’da büyüyen, dalları ise bütün Türk yurtlarına uzanan bir kimlik inşasıdır.

Son Söz: Kültür, Bir Milletin Sessiz Ordusudur

Bugün ihtiyaç duyulan şey yeni bir kültür tarihi değil; kültürü yine,yeniden inşa etmektir.
Tarihi, sadece geçmişin değil, geleceğin pusulası olarak okumaktır.
Ve her satırında şu bilinci taşımaktır:

Kültür, bir milleti yaşatan en sessiz ordudur.
Silahı kelam, sancağı ahlâk, komutanı ise millettir.
Bu orduyu diri tutmak, yalnızca tarihçilerin değil; her Türk gencinin, her vatanseverin vazifesidir.
Çünkü kültür, yaşadığımız çağda artık bir savaş alanıdır — ve o savaşta, kimliğini unutanlar kaybetmeye mahkûmdur.

Ne Mutlu Türk'üm Diyene !