28 Eylül 2025 Pazar
Siyaset felsefesi tüm kavram ve sorunlarını, söz gelişi devlet sorunu gibi siyasal sorunlarını amaca uygun olmaklık bakımından eleştirel olarak ele alır. Tarihsel açıdan Batı felsefe geleneğine baktığımızda siyaset felsefesi alanında çeşitli görüşler öne sürmüş olan Platon, Aristoteles, Augustinus, Macchiavelli, Hobbes, Locke, Rousseau, Hegel ve Marx gibi birçok filozof görülür.
Bugünkü Batı uygarlığının siyaset kurumlarına baktığımızda, bu kurumların uzun süren bir tarihsel düşünsel geleneğin sonucunda ortaya çıktıkları söylenebilir. Eskiçağ’da Platon ve Aristoteles’in toplum ve devlet kuramlarıyla başlayan siyaset felsefesi, bu filozofların düşüncesinde devletin ve toplumun amacına, ortak iyiye ve adil toplum ve devlet düzenine yönelik eleştiriler olarak ortaya çıkmıştır.
Ortaçağ ise tanrı devleti düşüncesiyle ortaya çıkmış ve bir siyaset felsefesinden çok bir teoloji ortaya koymuştur. Ortaçağ düşüncesinde yeryüzü devletinin amacı yeryüzünde Tanrı devletini gerçekleştirmek olmalıdır. Rönesans’la başlayan Yeniçağ Tanrı merkezli devlet anlayışının yerine laik bir devlet anlayışı ortaya koymuştur. Macchiavelli Hükümdar adlı yapıtında ilk ulus devlet kavramını ortaya atarak, modern siyaset kuramının da temelini atmış olur. Modern siyaset felsefesinin birçok devlet öğretisi devletin kökeni sorununa yanıt vermeye çalışmışlardır.
Hobbes’un Locke’un ve Rousseau’nun çabaları hep bir sözleşme kuramı temelinde devleti temellendirmeye yönelik olmuştur. Modern siyaset felsefesinde Marx gibi kimi düşünürlerce devlet eleştirileri de yapılmış ve devlet egemen sınıfın baskı ve sömürü aracı olarak görülmüştür.
Çağdaş siyaset felsefesinde ise Rawls ve Nozick gibi düşünürler yine devletin temeli sorununa değinmişler ve devletin meşruiyeti sorununu çözmeye yönelik çalışmalar yapmışlardır
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin temelleri 1963 yılında Ankara Antlaşması’nın imzalanmasıyla başlamıştır.
Türkiye Avrupa Birliği ile bir Ortaklık Antlaşması imzalamış durumdadır.
Aynı zamanda Gümrük Birliği’ne üye olması sebebiyle ticari ilişkileri olan bir ülke, diğer taraftan NATO’ya üyeliği dolayısıyla da Avrupa güvenliğinin bir parçası pozisyonundadır. 1987 tarihinden beri Türkiye’nin tam üye olmak istemesinden günümüze kadar Türkiye’nin önüne birçok engel konulmuş ve bu engellerden ötürü de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye statüsü sonuçsuz kalmıştır. İleri sürülen nedenler arasında kültürel nedenler de yer almaktadır. Kültürel anlamda Türklerin Avrupalı olmadıkları ve Birliğe üye oldukları takdirde bir medeniyet çatışması ve kültür şoku yaşayacağı öngörülmektedir. Asıl burada sorulması gereken soru Avrupalı olmanın tanımının kültürel anlamda mı yoksa başka sebeplerden kaynaklanıp kaynaklanmadığımıdır.Bir kimliğin oluşabilmesi için bir ‘öteki’nin varlığına gerek olduğu gibi, toplumların kimliklerinin oluşabilmesi için de‘diğer/başka/ötekİ toplumların varlığına gereksinim vardır. Nasıl ki toplumlar arasındaki fark o toplumların çeşitli kimliklerinin oluşmasına yol açıyor ise, tarihsel süreç içerisinde Avrupa kimliği de farklı milletlerin farklı kimlikleriyle ilişkileri durumuna bağlı olarak ifade edilmiştir. Burada da ifade edildiği gibi kimlikler, öteki kimlikler karşısında ortak deneyimler, mitler ve anıların bir araya toplanmasıyla meydana getirilmiştir.
Buradan yola çıkarak herhangi bir toplumun kendini anlaması ve tanımlaması, kendine atfettiği kimliğin ötekiyle karşılıklı etkileşimi süreci sonunda ortaya çıkmaktadır. Tüm kimlikler gibi Avrupa kimliği de imgelerden, kolektif kimlik ve belleklerden ve geleneklerden beslenen bir inşa sürecidir.Avrupa’nın gerçek bir homojen yapıya sahip olmadığı, bu sebeple de Avrupa’nın tek bir kimlikle meydana gelmesinin yegâne yolunun ise homojen ‘biz’ yerine ‘ötekinin, ‘diğerinin ya da ‘onların kurgulanmasından geçtiğini ifade edilmektedir. Ortaçağ’da ‘biz’ iyi ve dürüst olanı ifade ederken, ‘diğer, öteki ya da onlar’ kötü ve istenmeyeni anlatmak için kullanılmıştır. Avrupa kimliğinin hazırlanmasında önemli rol oynayan Hıristiyan din adamları İslâm dinîni ‘diğer, öteki ya da onlar’ olarak betimlemişlerdir. Böylelikle İslâm dinî Hıristiyanlık için bir tehdit unsuru olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. İslamiyet’in hem kötü bir etki olarak hem de bir tehdit unsuru olarak algılanması ise söz konusu tehdidin karşısında Avrupa’nın birleşmesi gerekliliğini ve bir bütün olarak durması için bir çimento görevi üstlenmiştir. İslam’ın önderliğini yapan Türklerin Viyana kapılarına dayanması ve sonraki süreçlerde Yahudiler, Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sı gibi tarihi kronolojik olaylar Avrupa için büyük tehditler meydana getirmiştir. Aslında burada anlatılmak istenen, belirtilen yüzyıllardaki tehditler ve olaylar Avrupa’nın kendini tanımasını ve anlamlandırmasını sağlayan süreçleri oluşturmuşlardır.Uygarlıklar arası etkileşim ve değişim yadsınamaz bir gerçekliktir. Türkiye ve Batı’nın bire bir benzer bir kültüre sahip olduğunu söylemek ne kadar saçma ise tamamen farklı kültürlere ait olduğunu da söylemek o kadar saçmadır.
Öncelikle Avrupalıların Türkleri nasıl algıladığı ve Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki kültürel tartışmaların neler olduğuna temas etmekte fayda vardır. Avrupa, Türklerle ilk olarak savaşlarda karşılaşmıştır.Türkler 751’de Talas Savaşı’yla daha yakından tanıştıkları İslamiyet’i onuncu yüzyıldan sonra hızlı bir şekilde benimseye başlamışlar ve İslam’ın kılıcı olarak isimlendirilmiştir. İslâmiyet’in kabulü sonrasında Türkler, “Moor”, “Saracen” ve “Tatar” olarak vasıflandırılmıştır. Türklerin, Akdeniz’in güney ve doğu kıyılarının egemen gücü olmaları ise Avrupalılar için Türk sözcüğünün Müslüman sözcüğü ile özdeşleştirilmesine sebebiyet vermiştir. Sonuç olarak Müslüman Türkler Avrupalıların gözünde en önemli tehdit ve düşman olarak ifade edilmiştir. Şöyle ki bir Avrupalının gözünde Müslüman demek onun “Türk” olduğu genellemesini de beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan da Avrupa açısından tarih boyunca ötekini temsil eden unsurlardan biri ‘Osmanlı = Müslüman = Türk’ kimliği olmuştur. Türkleri büyük bir tehdit olarak algılayan Avrupalılar Türkleri “Barbarlar”(Göçebeler) olarak isimlendirmişlerdir. Avrupa’nın tarih boyunca algıladığı bir başka tehdit ise Müslümanlardır. Onların perspektifleri açısından baktığımızda Türkler bu iki özelliği yani hem Türk olmalarını hem de Müslüman olmalarını kendi içlerinde beraber taşımaktadırlar. “Türkler Orta Asyalı ve göçebe kabilelerden oluşuyordu ve aynı zamanda da Müslümandılar. Yani Avrupalının kötü (evil) olarak adlandırdığı her şeyi üzerlerinde barındırıyorlardı. Ortaçağ boyunca, toplumlar arasındaki ayrım çizgisi dinler olmuştur. ‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımı din bağlamında kavramlaştırılınca da Avrupa fikri Ortaçağ boyunca Hıristiyan Batı fikriyle ilintili bir hale bürünmüş, Hıristiyan Batı kavramı, Hıristiyan olmayan barbar, vahşi ve dinsiz olanın karşıtı olarak nitelendirilmiştir. Başka milletleri tehdit kaynağı olarak gören Hıristiyan Batılının gözünde öteki olarak adlandırdıklarını kötü, ahlaksız ve barbar olarak ifade etmişlerdir. Bu dönemde Doğu olarak nitelendirilen Müslüman-Türk dünyası ekonomik, askerî, siyasi ve bilimsel alanlarda Batı’yla karşılaştırıldığında üstün bir konuma haizdi. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı bu dönemde Hıristiyan Batı’ya, yükselen Türk-İslâm medeniyetine karşı egemenlik kurma işlevi ve görevi de yüklenmiştir. Böylelikle Hıristiyan âleminin eritme potası olan Avrupa’nın sınırları, Müslümanların ilerlemesine bağlı olarak belirlenmiş ve Hıristiyanlık Ortaçağ Avrupa’sının toprağa dayalı kimliği haline dönüşmüştür. Böylelikle Avrupa’nın bir değer ifade etmesi, bir aidiyet birimini adlandırması yani Avrupa Birliği’nin inşa süreci Ortaçağ Hıristiyanlığı ile başlamıştır. Örnek verecek olursak Protestan Hıristiyanlığın kurucusu Luther Türkler için “On buyruğun kısa bir biçimi, inancın kısa bir biçimi Türk, Şeytan ve Cehennemle özdeştir”, “Şimdi Türkleri düşünüyorum ve diyorum ki: Samson olsaydım, çare bulur ve her gün 1000 Türk öldürürdüm. Bu da yılda 350.000 Türk eder.” ibarelerini kullanmıştır. “Voltaire, Prusya Kralı Friedrich’e 1769’da yazdığı mektupta ‘barbar Türklerin Ksenofon(İzmir), Sofokles ve Eflatun’un ülkesinden derhal kovulmasını tutkuyla’ arzuladığını kaleme almıştır. Ayrıca Türkler, Almanlar için “Barbarların ilk örnekleri”ni (archétype du‘barbare’) oluşturuyordu. Luther, 1529 ve 1541 yıllarında yazdığı Vom Kriege wider die Türken, Heerpredigt wider den Türken ve Vermahnung zum Gebet wider den Türken adlı eserlerinde, Türkleri şeytan için kullanılan bir terim ya da düşmanı cezalandırmak için kullanılan kutsal bir kırbaç olarak dile getirmektedir. 18. Yüzyılda Aydınlanma ile birlikte aklın ve bilincin ön plana olması ve yine Aydınlanmanın getirdiği gelişim ile ‘Avrupalılık’ düşüncesinin akıllara yerleşmesi, Avrupa kimliğinin oluşumunda büyük bir rol oynamıştır. Aydınlanma dönemi içerisinde Avrupa açısından, özgür olmak, akılcı, çalışkan, ilerici ve dinamik olmak ‘kendini’, bağnaz, tembel, cahil, durağan, despot ve barbar gibi sıfatlar ise Türk-İslam dünyasını yani ‘ötekini’ betimlemekteydi. Özgürlük imajı Avrupa’yı sahip olmak istediği tüm olumlu özelliklerle donatırken, Avrupa’nın istemediği tüm olumsuzluklar ise ‘öteki ’ne yani Türk-İslam dünyasına atıf edilmiştir. Fransa eski Cumhurbaşkanı Giscard d’Easting, “Avrupalıların kimliklerini güçlendirmelerini, eski Yunan ve Roma’nın Avrupa kültürünün oluşmasına katkıları olduğunu, Avrupa tarzı yaşamı etkileyen dini miras, Rönesans’ın getirdiği yaratıcılık ve aydınlanma çağının bilimsel düşünceye katkıları gibi değerlerin Avrupalı olduğunu hâlbuki Türkiye’nin bu değerlerden hiçbirini paylaşmadığını iddia etmektedir.”Papa Joseph Ratzinger ise “AB’nin temellerinin Hıristiyanlığa dayandığını, Türkiye’nin tarihi ve kültürel bağlamda, öteden beri AB karşısında bir başka kıtanın temsilcisi olduğunu, Atatürk her ne kadar laik bir Türkiye kurmuş olsa da bu ülkenin yine de İslami bir temeli vardır” fikrindedir. Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’e göre “Türkiye dost bir ülkedir. Ama jeopolitik ve kültürel nedenlerle kesinlikle AB’ye alınmamalıdır. Müslüman Türklerin Avrupalılaşması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır” ifadelerinde bulunmuştur.AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eski Başkanı Marc Galle; “Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için Avrupa Birliğine alınmaz”; Yunanistan’ın Avrupa Birliği’nden sorumlu Devlet Bakanı Yannos Kranidiotis; “Avrupa Birliği bütün Hıristiyan aleminin menfaatlerini savunmak için oluşturulmuş bir topluluktur. Hıristiyan alemine üye olmayan hiç bir ülke ve devlet bu kuruluşa girmemelidir” ve Avrupa Birliği eski Komisyon BaşkanıJacques Delors; “Avrupa Birliği bir Hıristiyan topluluğudur. Ben sosyalist olmama rağmen koyu bir Katoliğim. Bunu da kimseden saklamaya niyetim yok” ifadelerini kullanmışlardır. Bugün bazı Avrupalı diplomatlar, “biz bir Avrupa Birliği yaratmaya çalışıyoruz. Bu bir Avrupa projesi’dir” şeklindeki ifadeleri ile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olamayacağı yönündeki görüşlerini dile getirmektedirler.Avusturya gazetesi Die Presse’nin Yazı İşleri Müdürü Michael Fleischhacker de “Türkiye, Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirse bile Avusturya’da gerçekleşebilecek olası bir Türkiye referandumunda Avusturya kamuoyu yine de olumsuz bir görüş belirtecektir. Bunun temel nedeni ise Avusturya kamuoyunun Türkiye’ye yönelik dinî, kültürel ve tarihsel hissiyatlarıdır’’.Time dergisinin aktardığı şu paragrafla devam etmek yerinde olacaktır: “Her ne kadar ifade edilebilse de nadiren açık şekilde dile getirilmiş bir duygu vardır
Avrupa’da; bu duyguya göre, kökleri Asya’ya dayanan Müslümanlar, Batı ailesinin üyesi değildir; bu ailenin kimi üyeleri, kendilerini istila etmeye çalışan Türkleri, Avrupa’dan defetmek için yüzyıllarını vermişlerdir. Bir Alman diplomatın dediği gibi, Türklerin üyeliği ‘Avrupa Topluluğu’nun Avrupalılığını sonlandıracaktır.” Sonuçta kimi AB üyesi ülke ve vatandaşlarının Türkiye’nin AB üyeliğini değerlendirirken Müslüman Türkiye’nin Hıristiyan bir birliğe katılımı olarak bakmaktadırlar. Günümüzde halen kimi AB üyesi ülkelerin liderleri AB’yi bir Hıristiyan kulübü gibi tasavvur etmekte ve Türkiye’nin üyeliğine Müslüman kimliğinden dolayı AB üyeliğini engellemektedirler. Görüşlerini açıkça dile getirmeyip dileklerini siyaset ve ekonomi gibi alanlara aksetmektedirler. “Türkiye’nin sahip olduğu kültür ve din, onun Birliğe üyeliği önünde ciddi bir engel teşkil ediyor” fikri AB’nin benimsediği değerler bakımından kaygı verici bir boyuttadır. Diğer bir durum ise, Türkiye’nin AB’ye üyeliği tartışmasında onu Birliğin dışarısında tutmak isteyenlerin Avrupa kimliğinin kökenlerini Hıristiyan mirasına atfetmeleri ve bu Hıristiyan mirası paylaşanların ‘Avrupalı’, paylaşmayanların da ‘Avrupa’nın ötekisi’ olarak kıymetlendirmektedirler. Böyle bir düşünce yapısı Avrupa’nın benimsediği ve özümsediği çok kültürlü düşünce anlayışına zıt düşmekte ve tüm dünyaya ihraç etmiş olduğu Rönesans idealleri ile de açıkça ters düşmektedir. Avrupa’daki söylemlere baktığımızda hoşgörü, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi kavramlara dayandığı ifade edilse de gerçekte Almanya’daki yabancı düşmanlığı, Fransa’da Afrika kökenli vatandaşlara gösterilen olumsuz tutumlar ve frankofon kültürün onlara dayatılması,. 11 Eylül 2001 sonrasındaki gelişmeler neticesinde Kıta Avrupa’sının genelinde Müslüman kimliğe sahip toplumlara karşı sergilenen hoşgörüsüzlük, söylemlerden öteye geçmemektedir. Batı’ya göre AB Türkiye’nin katılması bu projenin işlevsellik kazanması, Müslümanları batı dünyasında daha etkili veya görünür hale sokmaktadır. Türklerin Avrupa genelinde görünürlüklerinin artmasıyla birlikte gündeme gelen ayrılıkçı tartışmalar, Avrupa politikalarının genel olarak, “gerçekten de kendisinden farklı olana/ötekiye” karşı hoşgörülü olmaya ve bir arada yaşamaya çok da hazır olmadığını tüm dünya genelinde gözler önüne sermektedir.
Batı Avrupa kafasında Türkler üzerine bir imge yaratmış ve çeşitli anlamlar yüklemiştir. Yüzyıllar boyunca yaşanan değişimler ve hatta yakınlaşmalar olsa da Batı Avrupa bu imajı değiştirmeden günümüze değin saklamayı bir görev haline getirmiştir. Hakikatte yapılan hata Avrupa’nın kafasında yarattığı önyargılara sıkı sıkıya bağlı kalması ve bunları değiştirmemesi veya değiştirmekten çekinmesidir.
Dr. Ümit ÖZEN
Türkiye, asırlardır kardeşliği, ortak kaderi ve milli birlik iradesini en zor zamanlarda dahi koruyarak bugünlere gelmiştir. Bugün de Milliyetçi Hareket Partisi’nin öncülüğünde dillendirilen “Terörsüz Türkiye” ülküsü; yalnızca bir siyasi söylem değil, devletin bekası ve milletin huzuru için vazgeçilmez bir hedef olarak sahadaki yerini almıştır.
Ancak ne acıdır ki, bu kutlu hedefe karşı en sert itirazı, aslında milletin içinde doğmuş, milliyetçilik kavramını vitrin süsü gibi kullanan “bol etiketli” siyasetçiler yapmaktadır.Teşkilatını “Çantacı” lara emanet etmiş İYİ Parti, varlığını siyasetin pazarlık masasındaki sandalye hesabına indirgeyen kadrolarıyla “İngiliz Anahtarı” işlevindeki “Anahtar Parti”; göçmen karşıtlığına sıkışmış, günü kurtarmaktan öteye geçemeyen slogancı diliyle; Yahudi lobilerine taşeronluk tan öteye geçememiş ” Zafer ” Turizm yolcuları…vb.
Milliyetçi Hareket’in çizdiği yol haritasını baltalamaya girişmektedir.
Oysa “birlikte yaşama iradesi” bu milletin harcıdır. Anadolu’da kardeşlik, Selçuklu’nun vakur adaletinde; Osmanlı’nın üç kıtaya taşıdığı nizamda; Cumhuriyet’in kuruluşunda kanla ve alın teriyle mühürlenmiştir. Bu iradeye ipotek koymaya kalkmak, yalnızca tarih bilmezlik değil, aynı zamanda milletin ruhunu inkâr etmektir.
Bugün MHP’nin ortaya koyduğu ve devlet politikası haline gelmiş Terörsüz Türkiye politikası, yalnızca terör örgütlerine değil; terörden beslenen, kaostan oy devşiren siyasetçilere de meydan okumaktır.
Ancak görüyoruz ki, “milliyetçiyim” diyerek ortaya çıkan kimi partiler, terörle mücadelede ortak duruş sergilemek yerine, milliyetçilik üzerinden kendilerine ucuz bir siyasi pazar yaratmaya çalışıyor. Bu, basit bir hatadan öte, milletin geleceğine kast eden bir ihanettir.
“Bol etiketli milliyetçimsiler” bilmelidir ki; Milliyetçilik pazarlıkla değil, adanmışlıkla olur. Terörle mücadelede samimiyet, seçim aritmetiğine feda edilmez. Bu milletin duası da, desteği de; gövdesini taşın altına koyan, lafla değil icraatla devletin yanında duranlarla beraberdir.
MHP’nin “Terörsüz Türkiye” siyasetini hedef alan hayaller, milletin gözünde çürük ve kof hayallerdir. Çünkü bu topraklarda birlikte yaşama iradesi ne sahte milliyetçilerin etiketleriyle ne de günübirlik sloganlarla rehin alınabilir.
Bu iradenin sahibi yalnızca aziz Türk milletidir; ve onun sesi, onun vicdanı, onun iradesi de bugün MHP’nin ortaya koyduğu kararlı duruştadır.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Bilge Lider Devlet Bahçeli’nin “TRÇ İttifakı” diyerek işaret ettiği Türkiye-Rusya-Çin dayanışması, aslında Türk milletinin tarihsel hafızasında kök salmış jeopolitik bir yönelişi yeniden gündeme taşımaktadır.
Bugün dünya, İsrail’in yayılmacı ve soykırımcı tavırları ile onun hamisi olan Batılı müttefiklerinin çifte standartlı siyasetlerini ibretle izlemektedir.
Filistin topraklarında işlenen zulüm, sadece bir milletin dramı değil; insanlığın onuruna yönelmiş açık bir saldırıdır.
Batı’nın sahte insan hakları söylemlerinin ardında sömürü ve vahşet gizlenirken, Türkiye’nin kendi güvenliği, bağımsızlığı ve çıkarları için yeni ittifaklar geliştirmesi artık kaçınılmazdır.
Bu noktada TRÇ İttifakı, sadece taktik bir seçenek değil; stratejik bir zorunluluktur.
Türkiye, Rusya ve Çin üçlüsü, bölgesel istikrarın, ekonomik bağımsızlığın ve küresel denge siyasetinin anahtar gücü olacaktır.Türkiye; Asya’nın yükselen damarında, tarih boyunca kurduğu köprü misyonunu yeniden canlandırmalı, Batı’nın dayatmalarına karşı “çok kutuplu dünya” anlayışını içselleştirmelidir.
Enerji güvenliği, savunma sanayii, ticaret koridorları ve ortak teknolojik üretim alanlarında Rusya ve Çin ile kurulacak güçlü işbirliği, Türkiye’yi yalnızca bir bölge ülkesi olmaktan çıkaracak, küresel denklemde belirleyici aktör haline getirecektir.
TRÇ İttifakı aynı zamanda “Terörsüz Türkiye” devlet politikasının da en büyük teminatı olacaktır. Zira bölücü terörün beslendiği batılı merkezler,
Türkiye’nin milli bütünlüğünü zayıflatmak için yıllardır aynı oyunları sahnelemektedir. Rusya ve Çin ile kurulacak stratejik dayanışma, terörün dış bağlantılarını kesmekte, istihbarat ve güvenlik işbirliğini güçlendirmekte ve Türkiye’nin iç barışını pekiştirmekte hayati rol oynayacaktır.
Terör belasından arındırılmış, huzur ve güven ikliminde yaşayan bir Türkiye; ekonomik kalkınmasını hızlandıracak, milli birliğini tahkim edecek ve gelecek nesillere daha güçlü bir vatan bırakacaktır.
Bu ittifak, aynı zamanda İsrail’in şımarık saldırganlığını ve Batılı müttefiklerinin ikiyüzlü politikalarını dengelemek açısından da Türkiye için tarihi bir fırsattır.
Bugün TRÇ İttifakı, mazlumların sesine kulak veren, adaleti merkeze alan, bağımsızlıkçı bir vizyonun adıdır.Devlet Bahçeli’nin öncülüğünde dile getirilen bu yaklaşım, yalnızca bir dış politika önerisi değil; Türk milletinin bin yıllık devlet aklının yeniden dirilişidir.
Zira Türkiye’nin geleceği, Batı’nın kapılarında oyalanmakta değil; Asya’nın derin köklerinde, Türk milletinin kendi iradesinde ve dostlarıyla kuracağı adil ortaklıklardadır.